giderdik
dönüşlerde, oyuncağını bulmuş bir çocuk sevinciyle
gecelere
…ateşler yaktığımız sokakları, sevdaları
kuşanıp yollara düşenlerle
sağ salim gelişleri anlatırdı, buluşmalarımız
allara bürünüp, tenlerde, feri geçmiş pastel çürüğünü
onyedi yaş enerjisine yorardık
koruyup saklayacak yer bulamadığımız
o solgun, yoksul kondular da
ellerimizde kostik yanığı,
fırçalar gül dal’ıydı
fırçalar, güldeki kesik mermi ıslığı
yaptığımız işin içinde
-kazanacağız- coşkusu
telsiz sesleri karışırdı katafalklara
ve
üşüdükçe ısındığımızı hissederdik
pir sultan bakışlı nasırlı eller örerken bu dünyayı
bir yandan
bu dünyanın değiştirilebilir olduğunu öğrenirdik
bir yandan da
tren istasyonlarında sallanan ak mendiller gibi
gencecik bedenler,
aynı cenazeler, aynı ölümleri gömerdik
vedalaşırdık!
‘’belki de son kez diyerek’’
her vedalaşmalarda son sarılmalar
o sarılmalar ki her biri bin yıllık yalnızlık
öylesine olmayan toprağın becerileri gibi
çirkinlikleri ret etme gerekçelerimiz, doğrulara yakın dururken
gözlerle sorulan soruyu, sözlerle tamamlayanları
tutamazdık
gözlerimizin önünde kayıp giderlerken
inanmak için esir bir ülkenin, esir olmayan insanlarına
bakmakta yeterli sayılırdı
kendi hikâyelerimize nasıl bağlandıysak
başkalarının hikâyelerini de öyle bağlanırdık
çünkü
çocukluğumuzun masallarında başlamıştı kandırmaca
o masallar ki
içinde kervanlar geçerdi
haramiler
ordular, zanlı ordular
avuntu kuşları
sevmedikte bir işbirlikçi gibi türdeşlerini
aldatan parlaklık kuşları
akbabaların kumrulara saldırması gibi
yüreğinde kirlilik taşımadan sokaktaki kedi köpekten
mahalle arkadaşımızmış gibi oynayan
ve bir çikolataya fit -çocukluğumuzdan-
emekli olmadan önce
oyun sanırdık kardan fare yapmayı
kırışık kirli yüzlü savaşlarda
yaşanan hüznü çoğaltırdı sevda
altlarına verilen bir taburede imzası olanlarla
bizimdi değişen zaman
daha farklı ve mesafeli kılınan
her iki ihtimalinde faturasının ağırlığı, olup biten
erirdi açtığım penceremden, içeri giren minik bir kar tanesi
oranlarıyla kar’ı da, yağmur’u da sağan toprakta
aşikio’da belliydi tohumda
meçhul okurlarının bitmeyen filmi gibi
sadece mezar taşlarında yazılı
zamansız, mekânlı acılara
borcumuzu ne kadar ödediğimizi bilmeden
kalbimizdeki gözyaşını kimseye göstermezdik
bir ana’nın ‘’ yavrum’’ sözünün ucunda asılı
her koşulda ölmeyi ve sevmeyi bilmeyi
ekmek arasına doğrardık
kenarlarda kalmışlığımızla,
bir hücrenin hemzemin geçidinde
ve
ister bu dünyada ister öteki dünyada
yıldızları sığdıramadığımız yanımızda
başka sevdalarda yoktu
sahiplendiğimiz insanlıktan gayri
yüreğimizin en güzel yeriyken
tanrı sunağı gibi bıçak sırtında yaşanılan…
Kenan Can YOLDAŞLAR